Welcome to my blog, hope you enjoy reading
RSS

14 Kasım 2009 Cumartesi

Koyaanisqatsi / Modernizmin Öteki Yüzü

Yönetmen: Godfrey Reggio
Müzik: Philip Glass
Görüntü Yönetmeni/ Montaj: Ron Frickle
Prodüktör: Francis Ford Coppola
Tür: Belgesel

Öncelikle bir film için film müziğinin ne anlam ifade ettiğini bu belgeseli izlerken anladığımı söylemek isterim. Philip Glass bu müziklerde müziğe matematiği katmış ve bazen sinir bozucu tekrarlarada bulunmuştur. Ama bu tekrarların bile filmle örtüşen bir yanı vardır. Herhalde hiçbir müzik bu filmi daha iyi anlatamazdı.

Filmi izlemeyenler aşağıda yazılanları okumasınlar gerçi film belgesel olduğu dolayısıyla salt bir konu içermediği için okuduklarınız filmi izlerken heycanınızı kaybetmenize neden olmaz. Yine de izlerken benim yazdıklarım üstüne anlamlar çıkarmak yerine filmi kendiniz anşamlaştırmak isterseniz aşağı kısmı okumayınız ;)

KOYAANISQATSI’deki derin anlam...

Koyaanitqatsi, sinema tarihi açısından önemli bir film. Time-lapse kayıt tekniğini fazlaca kullanması filmi teknik açıdan farklı bir örnek yapıyor. Ancak filmin teknik özellikleri vermek istediği mesaj kadar ilginç değil.

Film, mağara resimlerinin verilmesiyle başlar. Doğadan manzaralar, dağlar, tepeler ve boş araziler görürüz. Derken bu boş arazilere iliştirilmiş elektrik trafoları, barajlar, fabrikalar izleriz. Doğallıktan kopmaya başlayan doğayı kullanmaya başlayan; yani sahilde bikinileriyle güneşlenen insanlar takip eder bu görüntüleri. Sonrasında bu insanların yaşadıkları yerlere inilir; binalar, gökdelenler, fabrikalar… Tüm bu geçişlerde, görüntüler ve müzik de hız kazanmaya başlamıştır. Doğa görüntülerinde yavaş ve huzurlu devam eden müzik, karmaşık insan yaşamına girdikçe hızlanmış ve bazı zamanlar rahatsız edici tekrarlamalar içermeye başlamıştır. Araba farlarının oluşturduğu çizgisel ışıklar, masa başında çalışan ve aynı şeyleri tekrarlayan insanlar, yürüyen merdivendeki yürüyemeyen insan yığını, gökdelen binalarının ışık cümbüşü… Neydi tüm bunlar? Doğada hareket eden tek şey doğayken, yani; bulutlarken, nehirlerken, Güneşken, toprakken, neydi sürekli hareket halinde olan bu insan yığınıyla anlatılmak istenen? 1983 yapımı bu belgesele baktığımızda bile günümüze, daha kesin bir deyişle geleceğe yakılan feryadı duyabiliyoruz…

İnsanların sahip olduğu bin bir model otomobiller, başı sonu belli olmayan kocaman fabrikalar, oyun konsolları, hareketli reklam panoları, gökdelenler… Modern hayat diye tabir ettiğimiz şu dünyada, modern insanın sahip olması gereken her şey tek tek geliyor ekranımıza. Ama modernizmin gerçekte ne olduğunu haykırırcasına. Doğanın kendi başına dans ettiği görüntülerdeki rahatlatıcılık yok trafikte bir ileri bir geri giden “araba insanlar”ın yüzlerinde. İnsanoğlu adeta programlanmış bir robot gibi. Kısacası insanoğlu, Marx’ın söylediği gibi “katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği” bir zaman diliminin parçası haline gelmiş.

Yabancılaşma kavramı da filmde kendini hissettiriyor. Etrafına ne kadar yakın görünse de insan etrafındaki her şeye yabancılaşmıştır filmde. Bu etrafa olan yabancılaşma, bireyin kendine olan yabancılaşmasının da faili oluyor. İnsanların yüzlerindeki anlamlaştıramama hissi yansıyor sürekli kameralara. Yürürken aniden yönünü değiştiren insanlar ile nereye gideceği belli olmayan modernizme öykündüğünü söyleyebiliriz. Öyle ki gülen bir yüz görmeyiz film boyunca. Bu Regggio tarafından, modernizme karşı duyulan korkunun ve karşıtlığın yansıtılmasıdır.

Elbette kapitalizme de bol bol göndermeler var. Otomobil fabrikalarında deli gibi çalışan insan görüntülerinden sonra, bu otomobilleri kullanan insan görüntülerine yer veriliyor. Arıca film boyunca tüketim çılgınlığını yansıtan görüntüler izliyoruz. Gelirgelmez tükenen gazeteler, fast-food restoranlarının bir dolup bir boşalan masaları, açılıp kapanan para kasaları, dönüp duran para sayma makineleri; hepsi modernizme ve kapitalizme fırlatılan eleştiri yüklü oklar niteliğinde.

Filmi izlerken Preux’un şu sözleri çınlıyor kulağımızda:

“İnsanı içine çeken bu heyecanlı, çalkantılı hayat karşısında sarhoş olduğumu hissediyorum. Gözlerimin önünden geçip duran böylesine çok sayıda nesne başımı döndürüyor.”

Gerçekten de böyle hissediyoruz. İnsanların karmaşası, karınca sürüsü gibi hareket eden insanlar modernizmin insanları getirdiği durumu yansıtıyor. Birbirini tanımayan ama aynı yöne giden yüzlerce insan çok amaçsız geliyor gözümüze. İnsanları, ne istediğini bilmeyen bir gurup olarak görüyoruz. Modernizm ve teknoloji gerçekten de bunları yapmıyor mu? Bizi birbirimize yabancılaştırmıyor mu?

Filmdeki önemli sahnelerden çekilmiş karelerle yorumlamaya çalışalım;














Doğaya yapılan ilk müdahaleleri bu karelerde görebiliriz. Reggio, insanoğlunun her şeye müdahale edip yok etme yolunda ilerlediğini çok güzel bir sıralamayla vermiş bizlere...


Tek başına doğal halde gördüğümüz doğayı insanların zorla kurduğu maddi nesnelerle bezenmiş görüyoruz. Özellikle bu sahneler modernizmin ve hatta postmodernizmin gerekliliklerinin yerine getirilişini eleştiriyor…















Modern insan kavramının, şaşkın ve amaçsız insan kavramıyla eşdeğer olduğunu düşündürüyor bizlere film…
















Kendi araçlarına binip birey olduklarını sanan insanoğlunun, aslında büyük bir resmin parçası olduğu ve bu resimde programlanmış bir robot gibi hareket ettiği vurgulanıyor. Otomobillerinde harekete eden insanlar aslında önemsiz bir ayrıntıymış hissi yaratılıyor. Oysa birey, modern yaşamda kendini Reggio’nun gözlerinden görmüyor hiçbir zaman…







Burada, tüketim çılgınlığına göz kırpıyor Reggio. Modernizmin ve kapitalizmin öngördüğü üretim-tüketim fazlalığını eleştirel bir gözle gözlemliyor…











İnsanların mutsuzluğu, çaresizliği ve robotlaşmışlığı, yüz ifadeleriyle çok şey anlatan insanlarla aktarılıyor bizlere… Çünkü karmaşa içinde yaşatan kapitalizm ve modernizm insanları mutsuzluğa sürüklüyor…







Ve filmin sonu… Filmlerin sonları genelde çok şey anlatır tıpkı bu belgeselde olduğu gibi. Teknoloji ve modernizmin umutlarıyla uzaya fırlatılan roketin patlaması ve sonrasında yanarak yeryüzüne doğru düşen bir parçası sizce de çok yüklü bir anlam taşımıyor mu? Arkasından ekranlarımıza gelen Hopi kabilesinin kehanetleri de filmin sonunu açıklıyor;

"Eğer topraktaki değerli şeyleri kazarsak, felaketi davet etmiş oluruz."
"Arınma günü geldiğinde, tüm gökyüzü örümcek ağlarıyla örülmüş olacak."
"Günün birinde gökyüzünden bir kap kül atılabilir ki o küller toprağı yakıp, okyanusları kaynatacaktır."

Doğaya bu kadar müdahale etmek felaket mi getirecek? Modern olmak adına hayattan verilen ödünlerin sonucu roketin yanması gibi hayal kırıklığıyla mı sonlanacak? Modernizm, kaymağını yediğimiz; esasında insanoğlunun felaketini hazırlayan bir olgu mu? Eşsiz müziği eşliğinde izlediğimiz Reggio belgeseli aklımızda bu soruları canlandırıyor ve maalesef ki bu filmi seyrettikten sonra bu soruların cevapları olumlu cevaplanmıyor… Tıpkı Marx gibi sosyolistlerin cevaplayamadıkları gibi…


Filmin Resmi Web Sitesi için tıklayınız


"Koyaanisqatsi Trailer" izlemek için tıklayın

Hiç yorum yok: