Welcome to my blog, hope you enjoy reading
RSS

18 Aralık 2012 Salı

İyiler çok yaşamayacaksa uzun yaşamanın pek de bir anlamı kalmıyor sanki...


Ertuğ Ergin (18 Mayıs 1970 - 14 Aralık 2012)
Uzun zamandır güncellemediğim blog sayfamı acı bir haber vesilesiyle güncellemek nasip oldu. Türk pop müziğinin içinde bulunduğu vahim durumu uzun uzadıya yazmak niyetinde değilim; zira durum ortada. Müzik piyasasının bu kirlenmişliğinde tabir-i caizse elmas gibi parlayan bir müzisyen vardı: Ertuğ Ergin. Büyük ihtimalle sizler onu "Aşkın Son Şarkısı" ile hatırlarsınız ama en az bu şarkı kadar güzel eserlere sahip bir müzisyendi kendisi. Yayınladığı iki albümü haricinde birçok şarkıcının seslendirdiği ve hepimizin severek dinlediği şarkıların ardındaki gizli kahramandı (Emre Altuğ/Gözünaydın Yar, Hande Yener/Kim Bilebilir Aşkı, Aşkın Nur İyengi/Yalancı Bahar v.s...). Sadece müziğiyle değil kişiliğiyle de gönlüme taht kurmuş ender müzik adamlarından biriydi. Ve ne yazık ki her "gerçek sanatçı" gibi erken yaşta aramızdan ayrıldı. Dört gün önce (14 Aralık 2012) geldi acı haberi. Rahatsızlığından bile bi haberdim; bu sebeple duyduğum an büyük bir şok geçirdim. Kısa bir süre sonra yaşadığım büyük şok, yerini büyük bir üzüntüye bıraktı. Vefat haberini aldığım günden beri ardında bıraktığı iki albümünü başa alıp alıp dinler vaziyetteyim ve her dinleyişimde diyorum ki içimden "Henüz çok erkendi veda etmek için". Bir yakınımı kaybetmişcesine üzüldüm diyebilirim. 4 sene evvel, konserine gitmeye niyetlenip nedenini hatırlamadığım özel bir sebeple planımı iptal etmek zorunda kalmıştım. Ondan sonra hep bir konser haberi daha bekleyip durdum ancak bu acı olay yüzünden kendisinin canlı performansını dinlemek nasip olmadı. Gerçekten iyi bir sanatçıydı; takip ettiğim kadarıyla iyi de bir insandı. Olgunluk döneminde çok başka güzelliklere sahip eserlere imza atacağından adım gibi emindim ama böyle bir ihtimal kalmadı ne acıdır ki. Kendisi hakkında ufak da olsa bir yazı kaleme almaya borçlu hissettim kendimi çünkü şarkılarıyla hayatıma çok özel anlar katmıştı. Öldükten sonra da badem gözlü olmadı; olmaması sorun değil. Ertuğ; az ama öz kişinin dinleyip sevdiği çok özel müzisyenlerden biri olarak kalacak sonsuza kadar.  Böyle güzel şarkılar tertemiz bir ruhun yansımasıdır diyerek gittiği yerde huzurlu olduğunu varsayıyorum. Yazıyı da kendisine ait, bana en umutsuz anımda bile umut vermiş sözlere sahip şarkısıyla noktalıyorum;

 "Yüreğine Güneş koy, yüreğine bulut koy, yüreğine yıldız koy, yola devam..."


5 Şubat 2010 Cuma

Freud'un "Sapık"daki İzleri




Filmi izlerken o kadar farklı bir yönde etkilendim ki bununla ilgili yazmak istedim. Film gelişiyor ve ben filmin her sahnesinde Freud'dan izler görüyorum. Bu konuyu biraz açıklayayım;

Film, gerek konusu gerek çekim teknikleriyle oldukça başarılı. Freud’un id, ego, süperego teoremini açık bir şekilde işlemese de, içinde birçok göndermeler barındırıyor. Zaten Freud’un bu teoremini bilmeden izleyen birinin filmden bunu çıkarması son derece zor. Film, bunu göz önüne alarak izlenince bu teoremden oldukça fazla yararlanmış. Üstelik sadece Norman Bates karakteriyle değil, Marion Crane karakteriyle de göndermeler yapılmış.
Öncelikle, Marion, müşterisinin kendisine emanet ettiği parayı çalıyor. Ancak bunu yaparken duyduğu suçluluk duygusu kendisini sürekli ikilemde bırakıyor. Kaçarken ve patronuna rastlarken yaşadığı tedirginlik, Freud’un sürepego teoreminin fazlaca barındırdığı tedirginlik ve suçluk duygusunu anımsatıyor. Patronunun, müşterinin, iş arkadaşının ve ablasının arasında geçen diyalogların, Marion’ın arabayla şehirden uzaklaşırkenki görüntüsü eşliğinde duyulması da sanki süperegonun verdiği vicdan azabının ve toplum ayıplamasının sesini duyuyormuş izlenimi yaratıyor.
Gelelim Freud’un teoreminin asıl işlendiği karaktere, yani Norman Bates’e. Freud’un id, ego, süperego teoremine göre Norman egosu zayıf bir karakter. Öyle ki, id ve süperego arasındaki dengeyi kuramıyor. Bu da bizlere egosunun zayıf olduğunu ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi sağlam temellendiremediği anlamını veriyor. Filmden referans verecek olursak; Norman, Marion’a karşı cinsel arzular besler ve bu Norman’ın id’ini temsil eder. Ancak, anne misyonunu yüklenen süperego, id’in bu arzusunu bastırmak ister. Çünkü Normanda Oidipus Kompleksi vardır yani annesine cinsel duygular beslemektedir ve onu kıskanmaktadır. Bu nedenle annesinin de onu kıskanmasını ister. Süperegonun yerine de annesini koyduğu için Marion’a duyduğu bu arzuyu bastırması gerekir. Bu duygu bastırırken, kendisini kıskanmasını istediği “yarı anne karakteri” devreye girer ve id’inden aldığı dürtüyle Marion’ı öldürür. Burada egonun, idi ve süperegoyu dizginleyemediğini görüyoruz.
Annesi Nora’yı, süperego yerine koyduğunu sadece buradan anlamıyoruz. Evin en üst katında yani; Freud’un sıralamasına göre süperegoyu oturttuğu yerde saklamasından. Bir diğer süperego göndermesi ise annesinin Norman’ı sürekli azarlaması, onun isteklerine karşı çıkması, bir türlü memnun edilememesi ve sürekli isteklerde bulunması. Tıpkı Freud’un tanımladığı süperegodaki id’e yapılan baskı, istekleri kabul etmeme ve bu isteklerden memnun olmama, kişiyi huzursuzluğa sürükleme argümanlarına ulaşıyoruz Nora’nın kızgın ve huzursuz konuşmalarında. Referans olarak filmdeki diyalogları esas alabiliriz;

Anne Nora (Süperego): Hayır! Sana hayır diyorum! Yemeğe yabancı genç kızları getirmene izin vermem! Yemek mum ışığındadır herhalde, basit, erotik kafalı erkeklerin, basit erotik tarzında! ( Süperego yerinde geçmiş annenin kişiyi sürekli baskı altına almak istemesini görüyoruz).
Norman (İd): Anne, lütfen.
Anne Nora: Ya yemekten sonra? Müzik? Fısıltılar?
Norman (İd): O sadece bir yabancı. Karnı aç.
Anne Nora (Süperego): Sanki erkekler yabancıları arzulamaz. İğrenç şeylerden söz etmeyeceğim çünkü beni iğrendiriyorlar! (Burada cinsellikten bahsediyor. Yani süperegonun cinsel dürtüleri bastırma isteği ve insanı bunu yapmaktan sakındırması)
Anne Nora (Süperego): Anlıyor musun evlat? Git ve söyle ona, çirkin iştahını oğlumla ya da yemeklerimle doyuramayacak! Cesaretin olmadığı için ben mi söyleyeyim yoksa? Cesaretin var mı evlat?
Norman (İd): Kapa çeneni! ( İd ve süperegonun çatışması örneğini görüyoruz. Norman Batesi’in egosu burada dengeyi sağlamada yetersiz kalıyor ve onu cinayete sürüklüyor).

Bu diyalogda gayet açık bir şekilde id ve süperego çatışmasını görüyoruz. Filmde, Freud’un teoremlerini yansıtmada diyaloglar çok büyük önem teşkil ettiği için bir başka diyalogu inceleyelim;

Norman (İd): Anne, yukarı bir şeyler getireceğim.
Anne Nora (Süperego): Üzgünüm oğlum ama bana emir verirken gülünç görünüyorsun. ( Bu cümle gerçekten önemli bir diyalog cümlesi. Süperegonun id’e yaptığı baskıyı ve onun isteklerini yanlış, aşırı ve gereksiz bulmasını anlatıyor. Nora, oğlunun yani; süperego id’in kendisine emir verirken gülünç olduğunu söylüyor. Örneğin; id’in, cinsel dürtüler sonucunda egoya yapmak için baskı uygulamasını süperegonun gereksiz ve yanlış bularak bastırması gibi…)
Norman (İd): Lütfen anne.
Anne Nora (Süperego): Hayır! Meyve kilerinde saklanmayacağım. Beni meyve mi sandın? Burada kalacağım. Burası benim odam ve kimse beni buradan çıkaramaz, büyük, cesur oğlum hele hiç. ( Buradaki “cesur” kelimesi, id’in ilkel ve kural tanımayan isteklerinden ötürü id’e karşı söylenmiş bir kelime. Beni kimse buradan çıkaramaz derken de, aile ve toplum tarafından bizlere benimsetilmiş olan süperegonun, insan psikolojisinde kalıcı olduğu vurgulanıyor).
Norman (İd): Artık gelecekler. O kızın peşinden geldi, şimdi de biri onun peşinden gelecek. Lütfen, seni bulmamaları için sadece birkaç günlüğüne.
Anne Nora (Süperego): Birkaç günlüğüne mi? Karanlık, rutubetli meyve kilerinde mi? Hayır! Beni oraya bir kez sakladın ve bir daha yapamayacaksın! Çık dışarı! Dışarı çık dedim evlat.
Norman (İd): Seni taşırım anne.
Anne Nora (Süperego): Norman, ne yaptığını sanıyorsun? Dokunma bana! Dokunma! İndir beni! Kendim yürüyebilirim.

Bu diyaloglarda, id ve süperego çekişmesini görüyoruz İd, süperegoya bir şeyler yapmasını söylemekte, süperego ise bunları kabul etmemekte ve gereksiz bulmaktadır.
Filmde, malikânenin en üst katının yani; annenin ( süperegonun) kaldığı katın ışıklarının hep açık olduğunu görüyoruz. Bu da bize, süperegonun her zaman bizi denetlediğini ve her an tetikte olduğunu anlatıyor.
Özellikle filmin bir sahnesi oldukça dikkat çekici. Özel dedektif Arbogast, malikâneye gizlice girer ve orta kattan (Norman’ın egosundan) üst kata doğru yönelir (süperegosuna doğru). İşte buradaki görüntü tekniği dikkat çekicidir. Arbogast’ın merdivenden çıkışı onun profilinden çekilirken arkadaki zemin flulaşır. Bu görüntü, sanki sadece evin bir katından diğer bir katına geçildiğini değil de, insan psikolojisinin bir katmanından diğer bir katmanına yani; egodan süperegoya geçildiğini gösterir. Film, diyaloglarıyla, kamera teknikleri ve geçişleriyle Freud’un bu teoremini anlatmada son derece başarılı.
Norman’ın, annesini öldürmesi ancak sonrasında onsuz yapamayıp cesedini kaçırması, hatıralarını unutmamak için sürekli onun elbiselerini giymesi gibi eylemleri de, süperegonun her zaman bizi denetleyen bir mekanizma olduğunun ve yok edilemeyeceğinin göstergesi. Çünkü Freud’a göre, süperego aileden ve toplumdan gelen dayatmalar sonucu ortaya çıkar ve yok edilemez. Ömrümüz boyunca bizi denetler ve huzursuz eder. Burada da Norman, annesinin baskısı altında yaşıyor ve onu öldürse de onun etkisinden kurtulamıyor.

Filmde Norman Bates, süperegosu ve idi arasında kalmış, görevini yapmayan egoya sahip bir karakter. En sonunda da süperego baskın çıkıyor ve egoyu yani Norman’ın benliğini yok ediyor. Burada, süperegonun “ben” dışındakiler tarafından getirilen bir dayatma olduğu ve kişinin benliğini kısıtladığını ya da yok ettiğini görüyoruz.
Norman’ın, duvardaki delikten Marion’u çıplak şekilde görüp arzuladıktan sonra evine gitmesi ve üst kata çıkan merdivenlerin tırabzanlarını tutarken yukarı kata (süperegoya) çıkmaktan vazgeçmesi de bize burada Freud’un süperego kuramını anımsatıyor. Çünkü, Norman, hissettiği duygular nedeniyle suçluluk duygusu ve vicdan azabı hissediyor. Yukarı kata çıkıp bu gerçekle yüzleşmek yani annesinin azarlamalarıyla karşı karşıya gelmek istemiyor. Bu yüzden de normal hayatını sürdüğü giriş katında (ego) kalıyor.
Buraya kadar her şey mantıklı ve tutarlı ancak aklıma fazlaca takılan bir soru var. Freud’un süperego diye tanımladığı, id tarafından arzulanan yanlış ve aşırı dürtüleri bastırmak ego yardımıyla daha gerçekçi ve toplum tarafından kabul görebilecek derecede eylemleri gerçekleştirmekse, Norman neden annesi iken yani süperegosu ile işliyor cinayetleri? Cinayet işlemek yani şiddet süperegoya göre ilkel bir davranış ve sapkınlık değil midir? Bunun cevabı konusunda fazlaca düşündüm ancak tam olarak bir cevap bulamadım. Bulduğum ilk cevap, egonun görevini yapamayıp, id ile süperego arasındaki dengeyi kuramaması sonucu id’in süperegoyu etkilemesi. Bir değeri ise, Norman’ın süperegosunun annesi olduğu için topluma göre değil de annesine göre süperegonun koyduğu kurallar olduğu ve cinayetleri annesi olarak işlediği için annesinin doğru ve etik bulduğu eylemleri gerçekleştirmesi. Bu soruyu Freud teoremi üzerinden de, Hitchcock filmi üzerinden de kesin olarak cevaplayamadım.
Filmin en etkileyici sahnesi ise; filmin sonunda, Norman’ın annesi olarak yaptığı içsel konuşmasıydı. İşlediği inayetlerin vicdan azabıyla annesinin gözünden kendisini kötü biri olarak görüyordu. “Onu yıllar önce yapmaları gerektiği gibi bir yere kapatacaklar. Hep kötü biriydi” diyordu annesi Norah Bates’in gözlerinden Norman Bates. Galip gelen süperegoydu. Yok olansa ego yani Noman’ın benliği…

10 Ocak 2010 Pazar

Persona’nın dedikleri…


Öncelikle projektör aleti devreye girer. İzleyeceğimizin film olduğu daha filmin başında bize hatırlatılır. Arka fonda çalan müzik rahatsız edicidir zaten görüntüler de bunu destekler. Örümcek, içsel dünyamızda rahatsız edici duyguları pekiştirir. Kurban edilen bir hayvan ve ardından İsa fenomenine öykünen ele çivi çakma sahnesi Bargman’ın önceki filmlerine gönderme yapar. Her zamanki gibi “din ve inanç” üstüne sorgulamalar yapılan bir film izleyeceğimizi sanırız ancak Persona’nın dedikleri çok farklıdır. Savaşın olumsuz etkilerinin dinmesiyle belki de Bergman’ın inançlarını sorgulama evresi de yatışmıştı. Artık daha çok karakterlerin kişisel dünyalarıyla, varoluşlarını sorgulamaya yönelmişti. Tıpkı Persona’da olduğu gibi… Yine de bir doğruyu arayış izleriz filmde. Bu açıdan bakarsak Bergman’ın önceki filmleriyle fazlasıyla örtüşür Persona.

Projektör sahnesi ile film izlediğimiz bizlere hatırlatıldıktan sonra, Dali ve Bunuel’in sürrealizmini hatırlatan birbiriyle alakasız gibi görünen ama aslında bizi filme hazırlayan görüntüler izleriz. İç dünyamızı rahatsız eden görüntüler konusunun insanın iç dünyası olması sebebiyle film ile oldukça bağlantılıdır. Morgda yatan ölüler ve ayrıntılı kamera çekimleri duygularımızı karmaşık bir hale getirmekle birlikte merakımızı da pekiştirir. Ölü sandığımız çocuk hareket etmeye başlar. En sonunda da filmin yansıtıldığı perde olduğunu düşündüğüm zemin üzerinde ellerini gezdirir. Filmin daha başlamadığını ancak başlamak üzere olduğunu anlarız. Ve derken film başlar…

Film hikâye bakımından oldukça yalındır. Ancak bu hikâyenin ana teması olan “karakterlerin içsel dünyaları” filmin omurgasını oluşturur. Önceki filmlere baktığımızda karakterlerin iç dünyaları ile ilgilenen filmler görürüz ancak Persona’da farklı olan bir şey vardır. Bargman’ın sorgulamacı tutumu bu filme de yansımıştır. Bu kez karakterler iç dünyalarında sürekli bir sorgulama yaparlar. İki farklı kadının karşı tarafın iç dünyasını görerek kendi iç dünyasını sorgulaması filmin ana temasını oluşturur.

Filme baktığımızda yönetmen için auteur diyebiliriz. Nedenlerine gelirsek; Bergman gerek Persona’da gerekse diğer filmlerinde filmde kendisini hissettiren bir yönetmendir. Persona bazında inceleyecek olursak, filmin başlangıcı avangart sinemayı andıran bir biçimde gelişiyor. Ekspresyonist bir müzik ile duygularımızı hareketlendirip, sürrealist görüntülerle bizi filme hazırlıyor ve her şeyden önemlisi filmin başında bunun bir film olduğu bize hatırlatılıyor. Bu 1966 yapımı bir film için çok yeni bir şey. Günümüzde birçok örneğini görüyor olabiliriz ancak Bergman kendi döneminde incelenince sinema tarihine büyük yenilikler getirmiştir.

Bergman’ı auteur olarak nitelendirmemizin bir diğer nedenine gelecek olursak, kamera çekim teknikleri açısından büyük yenilikler var. Bunlardan en belirgini kameranın, duygularını anlamamız gereken kişiyi çekmesi. Örneğin; başhekim Alma ile konuşurken kamera başhekime odaklanmaz. Sadece Alma’yı gösterir. Bunun nedeni, filmin konunun karakterlerin iç dünyaları olması sebebiyle o karakterin ifadeleri ile iç dünyasının yansıtılması olabilir. Çünkü orada başhekimin yüz ifadesinde onun iç dünyasını anlamamızı gerektirecek bir şey yoktur oysa Alma’nın ifadelerinde iç dünyasını yansıtan öğeler vardır. Bu nedenle kamera duygu dünyasını anlamamızı istediği kişiyi çeker. Belki de filmde en ilginç ve yenilikçi sahne ise filmin sonlarındaki Alma-Elizabeth konuşmasıdır. Elizabeth karakterinin hamile kalması ve ardından yaşadıklarını Alma’nın anlatması sırasında kamera sadece Elizabeth karakterini çeker. O esnada Elizabeth’in duydukları sonrasındaki ruh halini anlarız ifadelerinden. Derken aynı sahne olayı anlatan Alma’nın ekranda görülmesi ile yeniden verilir. Bu sefer de anlattıkları karşısında hissettiklerini anlarız Alma karakterinin ifadelerinden. Bence bu Bergman’ı auteur olarak nitelendirmemizde en büyük nedenlerden biridir. Senarist Bergman’ın anlatmaya çalıştığı hikayeyi yönetmen Bergman’ın böyle yenilikçi ve muhteşem bir teknikle anlatması onun bir auteur olarak nitelendirilmesi için yeterlidir. Filmdeki bir diğer yenilik ise filmin dönüm noktası olarak nitelendirebileceğimiz olay sonrasında filmin kopması, projektörün arızalanması ve ardından filmin devam etmesi. O safhadan sonra film başka yöne doğru ivme kazanıyor aslında. Bergman da bunu göstermek istemiş. Ancak bu teknik o zamana kadar denenmemiş bir yeniliktir. Ayrıca filmde içsel anlam hiçbir zaman filmin önüne geçmiyor ama hikayenin çekiciliği film boyunca kendini hissettiriyor. Bu da hem senarist hem yönetmen olan Bergman’ın başarısıdır. Bergman’ın filmlerini bu gözle ve yaptığı yenilikler ile izleyince kesinlikle auteur olduğunu söyleyebiliriz.

Filmi defalarca izledim ve yazdığım bunca şeyin hala yetersiz kaldığını düşünüyorum. Her izleyişimde filmde saklanmış büyük anlamlar buluyorum. Bence Persona Bergman'ın en büyük şaheseri... Kesinlikle sinema ile yakından ilgilenen herkesin izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu filmden çok şey öğreneceklerdir.

15 Kasım 2009 Pazar

Dumansız "KAFE" Sahası


Herkesin bildiği üzere, Temmuz’un 19’undan itibaren dumansız bir hava sahası içine girdik. Ben ve benim gibi sigara düşmanı kişiler sevinç nidaları atarak destekledik bu yasayı. Peki ya sonuç?! “Dumansız Hava Sahası” oldu “Dumansız KAFE Sahası”… Sigara tiryakileri kendilerine göre haklı bir psikoloji içine girerek “Madem kapalı alanlarda sigara içmekten beni men ettiniz, ben de sokaklarda tüttüre tüttüre içerim sigaramı” demeye başladılar. Olan yolda yürüyen yayalara oldu. Şahsen ben sahneye çıkmış assolistler gibi yürüyorum yolda. Önde yürüyen sigara tiryakisi X kişinin sigara dumanları eşliğinde atıyorum adımlarımı. Kafeye, restorana giden Türk insanları temiz ve rahat bir nefes aladursun, caddelerde ve sokaklarda yürüyen insanlarımız dumanlı havayı solusun.

Pek mühim bir karar aldım efenim...

Düşündüm de, bu blogda sadece filmler olmasa... Albümler, kitaplar, etkinlikler, konserler, diziler, tiyatrolar v.s. olsa... Burnumu soktuğum her alanda yazsam daha iyi olacak gibi. Evet evet öyle olsun :)))

14 Kasım 2009 Cumartesi

Koyaanisqatsi / Modernizmin Öteki Yüzü

Yönetmen: Godfrey Reggio
Müzik: Philip Glass
Görüntü Yönetmeni/ Montaj: Ron Frickle
Prodüktör: Francis Ford Coppola
Tür: Belgesel

Öncelikle bir film için film müziğinin ne anlam ifade ettiğini bu belgeseli izlerken anladığımı söylemek isterim. Philip Glass bu müziklerde müziğe matematiği katmış ve bazen sinir bozucu tekrarlarada bulunmuştur. Ama bu tekrarların bile filmle örtüşen bir yanı vardır. Herhalde hiçbir müzik bu filmi daha iyi anlatamazdı.

Filmi izlemeyenler aşağıda yazılanları okumasınlar gerçi film belgesel olduğu dolayısıyla salt bir konu içermediği için okuduklarınız filmi izlerken heycanınızı kaybetmenize neden olmaz. Yine de izlerken benim yazdıklarım üstüne anlamlar çıkarmak yerine filmi kendiniz anşamlaştırmak isterseniz aşağı kısmı okumayınız ;)

KOYAANISQATSI’deki derin anlam...

Koyaanitqatsi, sinema tarihi açısından önemli bir film. Time-lapse kayıt tekniğini fazlaca kullanması filmi teknik açıdan farklı bir örnek yapıyor. Ancak filmin teknik özellikleri vermek istediği mesaj kadar ilginç değil.

Film, mağara resimlerinin verilmesiyle başlar. Doğadan manzaralar, dağlar, tepeler ve boş araziler görürüz. Derken bu boş arazilere iliştirilmiş elektrik trafoları, barajlar, fabrikalar izleriz. Doğallıktan kopmaya başlayan doğayı kullanmaya başlayan; yani sahilde bikinileriyle güneşlenen insanlar takip eder bu görüntüleri. Sonrasında bu insanların yaşadıkları yerlere inilir; binalar, gökdelenler, fabrikalar… Tüm bu geçişlerde, görüntüler ve müzik de hız kazanmaya başlamıştır. Doğa görüntülerinde yavaş ve huzurlu devam eden müzik, karmaşık insan yaşamına girdikçe hızlanmış ve bazı zamanlar rahatsız edici tekrarlamalar içermeye başlamıştır. Araba farlarının oluşturduğu çizgisel ışıklar, masa başında çalışan ve aynı şeyleri tekrarlayan insanlar, yürüyen merdivendeki yürüyemeyen insan yığını, gökdelen binalarının ışık cümbüşü… Neydi tüm bunlar? Doğada hareket eden tek şey doğayken, yani; bulutlarken, nehirlerken, Güneşken, toprakken, neydi sürekli hareket halinde olan bu insan yığınıyla anlatılmak istenen? 1983 yapımı bu belgesele baktığımızda bile günümüze, daha kesin bir deyişle geleceğe yakılan feryadı duyabiliyoruz…

İnsanların sahip olduğu bin bir model otomobiller, başı sonu belli olmayan kocaman fabrikalar, oyun konsolları, hareketli reklam panoları, gökdelenler… Modern hayat diye tabir ettiğimiz şu dünyada, modern insanın sahip olması gereken her şey tek tek geliyor ekranımıza. Ama modernizmin gerçekte ne olduğunu haykırırcasına. Doğanın kendi başına dans ettiği görüntülerdeki rahatlatıcılık yok trafikte bir ileri bir geri giden “araba insanlar”ın yüzlerinde. İnsanoğlu adeta programlanmış bir robot gibi. Kısacası insanoğlu, Marx’ın söylediği gibi “katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği” bir zaman diliminin parçası haline gelmiş.

Yabancılaşma kavramı da filmde kendini hissettiriyor. Etrafına ne kadar yakın görünse de insan etrafındaki her şeye yabancılaşmıştır filmde. Bu etrafa olan yabancılaşma, bireyin kendine olan yabancılaşmasının da faili oluyor. İnsanların yüzlerindeki anlamlaştıramama hissi yansıyor sürekli kameralara. Yürürken aniden yönünü değiştiren insanlar ile nereye gideceği belli olmayan modernizme öykündüğünü söyleyebiliriz. Öyle ki gülen bir yüz görmeyiz film boyunca. Bu Regggio tarafından, modernizme karşı duyulan korkunun ve karşıtlığın yansıtılmasıdır.

Elbette kapitalizme de bol bol göndermeler var. Otomobil fabrikalarında deli gibi çalışan insan görüntülerinden sonra, bu otomobilleri kullanan insan görüntülerine yer veriliyor. Arıca film boyunca tüketim çılgınlığını yansıtan görüntüler izliyoruz. Gelirgelmez tükenen gazeteler, fast-food restoranlarının bir dolup bir boşalan masaları, açılıp kapanan para kasaları, dönüp duran para sayma makineleri; hepsi modernizme ve kapitalizme fırlatılan eleştiri yüklü oklar niteliğinde.

Filmi izlerken Preux’un şu sözleri çınlıyor kulağımızda:

“İnsanı içine çeken bu heyecanlı, çalkantılı hayat karşısında sarhoş olduğumu hissediyorum. Gözlerimin önünden geçip duran böylesine çok sayıda nesne başımı döndürüyor.”

Gerçekten de böyle hissediyoruz. İnsanların karmaşası, karınca sürüsü gibi hareket eden insanlar modernizmin insanları getirdiği durumu yansıtıyor. Birbirini tanımayan ama aynı yöne giden yüzlerce insan çok amaçsız geliyor gözümüze. İnsanları, ne istediğini bilmeyen bir gurup olarak görüyoruz. Modernizm ve teknoloji gerçekten de bunları yapmıyor mu? Bizi birbirimize yabancılaştırmıyor mu?

Filmdeki önemli sahnelerden çekilmiş karelerle yorumlamaya çalışalım;














Doğaya yapılan ilk müdahaleleri bu karelerde görebiliriz. Reggio, insanoğlunun her şeye müdahale edip yok etme yolunda ilerlediğini çok güzel bir sıralamayla vermiş bizlere...


Tek başına doğal halde gördüğümüz doğayı insanların zorla kurduğu maddi nesnelerle bezenmiş görüyoruz. Özellikle bu sahneler modernizmin ve hatta postmodernizmin gerekliliklerinin yerine getirilişini eleştiriyor…















Modern insan kavramının, şaşkın ve amaçsız insan kavramıyla eşdeğer olduğunu düşündürüyor bizlere film…
















Kendi araçlarına binip birey olduklarını sanan insanoğlunun, aslında büyük bir resmin parçası olduğu ve bu resimde programlanmış bir robot gibi hareket ettiği vurgulanıyor. Otomobillerinde harekete eden insanlar aslında önemsiz bir ayrıntıymış hissi yaratılıyor. Oysa birey, modern yaşamda kendini Reggio’nun gözlerinden görmüyor hiçbir zaman…







Burada, tüketim çılgınlığına göz kırpıyor Reggio. Modernizmin ve kapitalizmin öngördüğü üretim-tüketim fazlalığını eleştirel bir gözle gözlemliyor…











İnsanların mutsuzluğu, çaresizliği ve robotlaşmışlığı, yüz ifadeleriyle çok şey anlatan insanlarla aktarılıyor bizlere… Çünkü karmaşa içinde yaşatan kapitalizm ve modernizm insanları mutsuzluğa sürüklüyor…







Ve filmin sonu… Filmlerin sonları genelde çok şey anlatır tıpkı bu belgeselde olduğu gibi. Teknoloji ve modernizmin umutlarıyla uzaya fırlatılan roketin patlaması ve sonrasında yanarak yeryüzüne doğru düşen bir parçası sizce de çok yüklü bir anlam taşımıyor mu? Arkasından ekranlarımıza gelen Hopi kabilesinin kehanetleri de filmin sonunu açıklıyor;

"Eğer topraktaki değerli şeyleri kazarsak, felaketi davet etmiş oluruz."
"Arınma günü geldiğinde, tüm gökyüzü örümcek ağlarıyla örülmüş olacak."
"Günün birinde gökyüzünden bir kap kül atılabilir ki o küller toprağı yakıp, okyanusları kaynatacaktır."

Doğaya bu kadar müdahale etmek felaket mi getirecek? Modern olmak adına hayattan verilen ödünlerin sonucu roketin yanması gibi hayal kırıklığıyla mı sonlanacak? Modernizm, kaymağını yediğimiz; esasında insanoğlunun felaketini hazırlayan bir olgu mu? Eşsiz müziği eşliğinde izlediğimiz Reggio belgeseli aklımızda bu soruları canlandırıyor ve maalesef ki bu filmi seyrettikten sonra bu soruların cevapları olumlu cevaplanmıyor… Tıpkı Marx gibi sosyolistlerin cevaplayamadıkları gibi…


Filmin Resmi Web Sitesi için tıklayınız


"Koyaanisqatsi Trailer" izlemek için tıklayın

Filmler filmler filmler...

Bundan böyle bu blogda izlediğim filmleri ele alacağım. Beğendiğim ya da beğenmediğim yönlerini tartışıp, bir nevi film eleştirisi yapacağım. Sizler de filmlere ya da eleştirilerime yorum yazabilirsiniz. Böylelikle fikir alışverişinde bulunmuş oluruz ;)