Welcome to my blog, hope you enjoy reading
RSS

10 Ocak 2010 Pazar

Persona’nın dedikleri…


Öncelikle projektör aleti devreye girer. İzleyeceğimizin film olduğu daha filmin başında bize hatırlatılır. Arka fonda çalan müzik rahatsız edicidir zaten görüntüler de bunu destekler. Örümcek, içsel dünyamızda rahatsız edici duyguları pekiştirir. Kurban edilen bir hayvan ve ardından İsa fenomenine öykünen ele çivi çakma sahnesi Bargman’ın önceki filmlerine gönderme yapar. Her zamanki gibi “din ve inanç” üstüne sorgulamalar yapılan bir film izleyeceğimizi sanırız ancak Persona’nın dedikleri çok farklıdır. Savaşın olumsuz etkilerinin dinmesiyle belki de Bergman’ın inançlarını sorgulama evresi de yatışmıştı. Artık daha çok karakterlerin kişisel dünyalarıyla, varoluşlarını sorgulamaya yönelmişti. Tıpkı Persona’da olduğu gibi… Yine de bir doğruyu arayış izleriz filmde. Bu açıdan bakarsak Bergman’ın önceki filmleriyle fazlasıyla örtüşür Persona.

Projektör sahnesi ile film izlediğimiz bizlere hatırlatıldıktan sonra, Dali ve Bunuel’in sürrealizmini hatırlatan birbiriyle alakasız gibi görünen ama aslında bizi filme hazırlayan görüntüler izleriz. İç dünyamızı rahatsız eden görüntüler konusunun insanın iç dünyası olması sebebiyle film ile oldukça bağlantılıdır. Morgda yatan ölüler ve ayrıntılı kamera çekimleri duygularımızı karmaşık bir hale getirmekle birlikte merakımızı da pekiştirir. Ölü sandığımız çocuk hareket etmeye başlar. En sonunda da filmin yansıtıldığı perde olduğunu düşündüğüm zemin üzerinde ellerini gezdirir. Filmin daha başlamadığını ancak başlamak üzere olduğunu anlarız. Ve derken film başlar…

Film hikâye bakımından oldukça yalındır. Ancak bu hikâyenin ana teması olan “karakterlerin içsel dünyaları” filmin omurgasını oluşturur. Önceki filmlere baktığımızda karakterlerin iç dünyaları ile ilgilenen filmler görürüz ancak Persona’da farklı olan bir şey vardır. Bargman’ın sorgulamacı tutumu bu filme de yansımıştır. Bu kez karakterler iç dünyalarında sürekli bir sorgulama yaparlar. İki farklı kadının karşı tarafın iç dünyasını görerek kendi iç dünyasını sorgulaması filmin ana temasını oluşturur.

Filme baktığımızda yönetmen için auteur diyebiliriz. Nedenlerine gelirsek; Bergman gerek Persona’da gerekse diğer filmlerinde filmde kendisini hissettiren bir yönetmendir. Persona bazında inceleyecek olursak, filmin başlangıcı avangart sinemayı andıran bir biçimde gelişiyor. Ekspresyonist bir müzik ile duygularımızı hareketlendirip, sürrealist görüntülerle bizi filme hazırlıyor ve her şeyden önemlisi filmin başında bunun bir film olduğu bize hatırlatılıyor. Bu 1966 yapımı bir film için çok yeni bir şey. Günümüzde birçok örneğini görüyor olabiliriz ancak Bergman kendi döneminde incelenince sinema tarihine büyük yenilikler getirmiştir.

Bergman’ı auteur olarak nitelendirmemizin bir diğer nedenine gelecek olursak, kamera çekim teknikleri açısından büyük yenilikler var. Bunlardan en belirgini kameranın, duygularını anlamamız gereken kişiyi çekmesi. Örneğin; başhekim Alma ile konuşurken kamera başhekime odaklanmaz. Sadece Alma’yı gösterir. Bunun nedeni, filmin konunun karakterlerin iç dünyaları olması sebebiyle o karakterin ifadeleri ile iç dünyasının yansıtılması olabilir. Çünkü orada başhekimin yüz ifadesinde onun iç dünyasını anlamamızı gerektirecek bir şey yoktur oysa Alma’nın ifadelerinde iç dünyasını yansıtan öğeler vardır. Bu nedenle kamera duygu dünyasını anlamamızı istediği kişiyi çeker. Belki de filmde en ilginç ve yenilikçi sahne ise filmin sonlarındaki Alma-Elizabeth konuşmasıdır. Elizabeth karakterinin hamile kalması ve ardından yaşadıklarını Alma’nın anlatması sırasında kamera sadece Elizabeth karakterini çeker. O esnada Elizabeth’in duydukları sonrasındaki ruh halini anlarız ifadelerinden. Derken aynı sahne olayı anlatan Alma’nın ekranda görülmesi ile yeniden verilir. Bu sefer de anlattıkları karşısında hissettiklerini anlarız Alma karakterinin ifadelerinden. Bence bu Bergman’ı auteur olarak nitelendirmemizde en büyük nedenlerden biridir. Senarist Bergman’ın anlatmaya çalıştığı hikayeyi yönetmen Bergman’ın böyle yenilikçi ve muhteşem bir teknikle anlatması onun bir auteur olarak nitelendirilmesi için yeterlidir. Filmdeki bir diğer yenilik ise filmin dönüm noktası olarak nitelendirebileceğimiz olay sonrasında filmin kopması, projektörün arızalanması ve ardından filmin devam etmesi. O safhadan sonra film başka yöne doğru ivme kazanıyor aslında. Bergman da bunu göstermek istemiş. Ancak bu teknik o zamana kadar denenmemiş bir yeniliktir. Ayrıca filmde içsel anlam hiçbir zaman filmin önüne geçmiyor ama hikayenin çekiciliği film boyunca kendini hissettiriyor. Bu da hem senarist hem yönetmen olan Bergman’ın başarısıdır. Bergman’ın filmlerini bu gözle ve yaptığı yenilikler ile izleyince kesinlikle auteur olduğunu söyleyebiliriz.

Filmi defalarca izledim ve yazdığım bunca şeyin hala yetersiz kaldığını düşünüyorum. Her izleyişimde filmde saklanmış büyük anlamlar buluyorum. Bence Persona Bergman'ın en büyük şaheseri... Kesinlikle sinema ile yakından ilgilenen herkesin izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu filmden çok şey öğreneceklerdir.